12 Ocak 2009 Pazartesi

Bölüm III: Yazi ve Mektuplar



Düşünceye Çağrı



“Vurulup Tertemiz Alnından Uzanmış Yatıyor

Bir Hilal Uğruna Ya Rab Ne Güneşler Batıyor…”

diye haykıran Mehmet Akif Ersoy bir vatanın ve milletin nasıl bir yok oluştan kurtulduğunu anlatıyordu.

1821 Yunan ayaklanmasından 1922’ye kadar Amerikan tarihçi Justin McCarty’ye göre 1o milyon insanımız katledildi... kayboldu.

1915’de dünya Türk’ü yok etmek için boğazına sarıldı.

1923’de kurulan yeni T.C.’nin nüfusu sadece 13 Milyondu. Ve Atatürk "Az zamanda büyük işler başardık."diyordu 1933’de. Bir yok oluşun tehlikesinden dönüp, bütün engellere rağmen gerekli olan bir varoluşu gerçekleştirebilmek dahi kendi başına büyük bir başarı idi..

Ey Türk... 7 düvele karşı verilmiş ve kazanılmış Kurtuluş Savaşımız gibi bir mucizeyi gerçekleştiren ataların evlatları... Biz mi yeni bir mucizeyi gerçekleştirmekten alıkoyulacağız?
Şu günümüzde gerekli ve gerçekleştirilebilir olan Türk Birliği fırsatını parmaklarımız arasından kaçıracak, gözlerimizin önünden kaybolmasını oturup seyredeceğiz? Çin, Hindistan, Asya, Avrupa ve Afrika’da 16 muhteşem devlet kuran biz Türkler, 16 devleti yıkmaktaki hatalarımızdan öğrenip, yeni bir oluşumun adımlarını mi atamayacağız?

Atatürk Çanakkale’de “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” derken vatan için yapılması gerekeni vurguluyordu. Burada ben sizleri, vatanı parçalanmaktan kurtarmak için düşünceye çağırıyorum. Çünkü bugünün en kuvvetli silahı düşüncedir. Türk Birliği dünyanın her tarafına yayılmış milyonlarca Türkün aynı düşünceye sahip olması ile mümkün olacaktır.

Evet... Önce hayal et ve inan. SONRA çalış, hayal gerçek olacaktır. Sizi, bugün burada, gerekli ve 7 bağımsız Türk devleti arasında gerçekleştirilebilir olan Türk Birliği’ni düşünmeye, düşlemeye, inanmaya davet ediyorum..

Düşünce > hayalin, hayal > inancın, inanç > çalışmanın, çalışmak > hayalin gerçeğe dönüşü olacaktır.

Bizler, her birimiz, erleriz, Türk Birliği düşüncesi ile donanmış askerleriz. Görevimiz bu düşünceyi yaymak ve su damlaları gibi Hazar’ı doldurmaktır..

Ve gün gelecek taşacağız
Dört bir yanına Hazar’ın

Ve sulayacağız bozkırlarını Türk Dünyası’nın.

Baharla birlik tohumlar filizlenecek,

Ağaçlar meyve verecek...

Ve gerçek olacak birliği 7 kardeş devletin.


Bunun için vurulup alnından, ölmek yok... Öldürmek yok... Düşünce ile sarılmak, sarmak ve düşünce ile yaşamak var. Siz yaşadıkça düşünce hayat bulacak, sen yaşadıkça Türk Birliği seninle gerçek olacak.. VE SEN,

Kartal olup uçacaksın

Yakalamak için güneşi!

Gerekli olan Türk Birliği azimle çalışıp, yükseklere çıkmakla gerçekleşecektir...


Ey Türk

Senin yerin yükseklerdedir... Uç!

Evet, sen (!) sınır tanımayan Türk... Hangi yükseklere çıkamayacaksın? Sen hangi engellere takılıp kutsal görevimiz olan Türk Birliği’ni gerçekleştiremeyeceksin?

Hiç bir kuşkun olmasin, sen tüm kararlılığınla öne çıkacak, Türk Dünyası için gerekli ve 7 bağımsız Türk Devleti arasında gerçekleştirilebilir olan Türk Birliği’ni kuracaksın.

250 milyon Türkü, gelmiş geçmiş tüm atalarımı, bugün aranızda bulunan Türk Birliği’ni kuracak önderlerimizi saygı ile selamlıyor,

Üstün başarılarıMızın devamını diliyorum.




Bayram kutlaması, yılbaşı tebriği
ve imparatorlukların carpışması (!)


Bir yılın daha son günlerine yaklaşırken, bu yıl içindeki kazanç ve kayıplarımızın hesabını yapıyor olmalıyız. Bu yıl içinde kaybettiğimiz yakın ve tanıdıklarımıza Allah rahmet eylesin diyor, bir yılın sonuna daha erişmiş olanlarımızı da candan kutluyor ve kucaklıyorum. Öyle ki, hiç birimizin bir gün daha yaşama garantimiz yok, ama ne mutlu bizlere ki, Allah'ın hala Dünya'da görevlerimizin bitmediğini hatırlattığı kulları arasındayız.

Yeni bir yıla girerken bu görevlerimizin neler olduğunu ve olması gerektiğini bir kere daha gözden geçirmek, amaç ve hedeflerimize ne kadar yaklaştığımızı ve yaklaşmak için yapılması gerekenlerin listesine yeniden bakmak yararlı olacaktır.

Alışkanlıklarımız arasında, önemli görevlerimizi yarınlara birakmak en zararlısı olandır. Bu görevlerimizin içinde, Dünya’da var oluş nedenlerimizden birisi olarak inandığımız kutsal bir görevi gerçekleştirmek için kollarımızı sıvama zamanı bugün ve hatta şimdi olmalıdır. Öyle ki, bize garantilenen tek an, şu andır ve önümüzde bizi bekleyen bir sene ise, bizler için sunulan bir fırsattır.

Bu değerli fırsatı iyi kullanabilmemizin ne kadar gerekli olduğunu sizlere bir kere daha hatırlatmak istiyorum; Türkiye ve diğer Türk Devletleri şu an kritik bir geçiş süreci içindedirler. Yedi bağımsız Türk devleti, dış ve iç güçler tarafından, birçok yöne çekilmeye çalışılırken, "en doğru olan" bir kurtuluş yolu aramaktadırlar. Bizler inanıyoruz ki, "en doğru yol" Türk Birliği yoludur.

TB, sadece Türk milleti için değil, aynı zamanda kalıcı bir Dünya barışı için de gerekli bir oluşumdur. Öyle ki, Türk Dünyası dört büyük imparatorluk haline gelmiş veya gelmekte olan, ekonomik güçler tarafından sarılmıştır; batımızda AB imparatorluğu, kuzeyimizde Rusya imparatorluğu, doğumuzda Çin İmparatorluğu ve güneyimizde (bizim bir kısmımızın da içinde olduğu) Amerikan imparatorluğudur.

Bu tabloyu göz önünde bulundurarak, şu an başlamak koşulu ile gelecek on yıl içinde;
— Ya, önümüzdeki fırsatları iyi değerlendirebileceğiz ve AB'ye seçenek olarak, AB şekline yakın, kendimize özgü bir Türk Birliği’ni gerçekleştirebileceğiz;
— Ya da, bazı sınırlarımız fiziken ve diğerleri nüfuzen yeniden çizilecek ve Türk Dünyası değişik güçlerin etkisi ve yönetimi altına girecektir ki, bu Türk Dünyası için hazin bir kayıp olduğu kadar, Dünya barışı için de büyük bir tehlike oluşturacaktır. Öyle ki, TB'nın gerçekleşemediği bir coğrafyada, bu dört ekonomik güçlerin, sınırları ve milli çıkarları karşı-karşıya gelmiş olacaktır. Bu olası durumun doğal olarak yaratabileceği sonuçları anlayabilmek için (+) ve ( - ) elektrik yüklü bulutların gökyüzünde birbirleri ve toprakla çarpıştıkları anı düşünmek yeterli olabilir.

Sayın Arkadaşlar,
Bu Dünyada sizlere görev olarak verildiğine ve hatta burada varoluş nedeniniz olabilme ihtimali büyük olan, Türk Birliği'ni gerçekleştirme görevi ciddi ve kutsal bir görevdir. Dolayısı ile öncelikle, bu görevi
— Sizin üstlenebileceğinize ve başarabileceğinize inanın,
— Kendinizi ve gücünüzün ciddiyetini anlayın,
— Her şeyin küçük bir kıvılcımla başladığını ve kıvılcımların ateş olup bir dağı erittiğini, Ergenekon’da destan yazan, biz Türklerden daha iyi başka hiç bir milletin idrak edemeyeceğini bilin, birleşip ateşe dönüşemeyen kıvılcımların ve hatta küçük kıvılcım toplulukların ne kadar kuvvetli ve parlak da olsa tek başlarına kaybolup gittiğini görün;
— Hz. Mevlana’nın "diğerlerinin kusurlarını görmekte, karanlık gibi olun" sözlerinden ve diğer öğretilerinden manalar çıkartın ki, sadece bir kısmımızdan değil, hepimizden oluşan bir birlik gerçekleştirilebilsin.

Bu az zaman içinde, çok işleri başarabilmek için kutsal görevimizin ne olduğunu iyi bir şekilde belirleyip, odaklaşmamız gerekmekte; azimle, yılmadan, kırılmadan, tüm varlığımızla ve birlik içinde çalışmak mecburiyetindeyiz.

Kolay olmayan bir görevi seçtiğiniz için sizi kutluyor; gerçek becerinin zoru başarmak olduğunu sizlere bir kere daha hatırlatıyor, mübarek Kurban Bayramı’nızın muhteşem geçmesini ve yeni yılda,

BaşarılarıMızın hızla artarak devamını diliyorum.


“Vatan Haini"
Türkiye YIKILAMAZ... MI?
Türkiye PARÇALANAMAZ... MI?

Dur be kardeş! İki soru sordum diye hemen "vatan haini" diye suçlama beni.

Bu sorular gerçekte, çok ciddi sorular.. Ve biliyorum, cevap hazır; tabiî ki "Türkiye YIKILAMAZ", "Türkiye PARÇALANAMAZ".

İyi de, kim söylüyor bunları?? Kim garanti veriyor böyle olmayacağına dair? Ve daha önemlisi sen, evet SEN, gerçekten bunların olmaması için bir şeyler mi yapıyorsun?

Efendim?.. Duymadım!

Sesin o kadar cılız çıkıyor ki, kendi-kendini duymakta bile güçlük çektiğini sanıyorum, diyeceğim ama hemen alınıp, darılacağından korkuyorum.

"Türkiye elden gidiyor" desem, bu sefer de beni, komplo teorisi yapmakla suçlayacaksın.
Bu sabah Google'a girdim; "Türkiye parçalanamaz" diye yazıp "araştır" düğmesine bastığımda 676 Sonuç çıktı.. Yahoo'da 300. Acaba diye sordum kendi kendime. Birileri tedirgin olduğundan mı, devamlı bir şekilde "Türkiye parçalanamaz" diye haykırmak zorunda kalıyorlar.. Yoksa bir gerçeği mi ifade ediyorlar.. Yoksa, yoksa daha kötüsü.. Gerçekleştirilmekte olan vahim bir durumu gizlemeye mi çalışıyorlar??

Bakın, "Turkey can not be divided" diye İngilizce yazdığımda Google'dan 7.400.000 sonuç çıkıyor. Tabii bunların arasında, birçok ilgisiz makaleler de var. Örneğin "Turkey"nin, yani hindinin nasıl parçalanacağı ve afiyetle yenilebileceği tarifi gibi.. "The country of Turkey can not be divided" diye yazdığımda 5.780.000 Sonuç çıkıyor..

Aradaki farkı görebiliyor musunuz? Biz "Türkiye parçalanamaz" derken (676), sesimizin, yabancıların konuya (7 Milyon+ kere) değinmeleri yanında ne kadar cılız çıktığını görebiliyor musun??

Yanlış anlamayın beni, İngilizce kaynaklar "Türkiye parçalanamaz" derken, hepsi de, "Türkiye’nin parçalanması" demiyorlar, bilakis birçok kaynak "Türkiye" diyor "eninde sonunda bölünecektir".. Bu açık bir tehdit ve yazı sahibi kendisinin bir Türk düşmanı olduğunu belli ediyor. Bir de "Türkiye parçalanamaz" diyen yabancı "dost" kaynaklar da var ki, bunların sayısı, düşmandan daha fazla. Ne kadar rahatlatıcı bir durum değil mi??

Beni, aslında daha çok rahatsız edeni "düşman" değil, "dost" (gözüken) kaynakların sözleri desem..İngilizlerin bir atasözü hiç aklımdan çıkmaz "Dostunu kendine yakın tut; düşmanını ise kendine daha da yakın tut". Acaba diyorum, bunun için mi İngiltere, Türkiye’nin AB’ye girmesini bu kadar çok istiyor?

Aklımdan çıkmayan diğer bir şey de, kurbanlık koyunların bıçak altına yatırılmadan önceki halleridir; onların süslenip-püslenmeleri; her şeyin iyi olacağına dair telkin edici sözler söylenerek ve okşanarak, gözlerinin bağlanması..

"Düşman" veya "dost" görünen düşman kendi ülkelerini ve/ya kişisel çıkarları için ellerinden geleni yapacaklardır muhakkak ki. Dünyanın kaynakları kısıtlı, durmadan büyüyen nüfus ve bununla beraber büyüyen ihtiyaçlar için herkes zayıflara ve zayıf düşebileceklere yem olarak bakacaklardır. Bu doğanın orman kanunudur.

Ve lütfen, "nerde yaşıyorsun, Sefer kardeşim" diye de sorma. Evet, ormanda yaşıyorum, senin gibi, Dünyada herkesin yaşadığı gibi.. Ağaçların yerine, gökdelenlerin dikili olması, tilki postu yerine, kişilerin takım elbise altında gizleniyor olması bizim mekanımızda gerçekte bir değişiklik yapmıyor. Evet, orman kanunları hala yürürlülükte; güçlü, zayıfı parçalıyor ve yutuyor.
Bir zamanların güçlü ve yıkılamaz olan Osmanlı devletimiz, parçalandı. Kurtuluş savaşı ile üç kıtada yer alan topraklarımızdan biz sadece beşte biri gibi küçük bir parçasını kurtarabildik. Sosyalist Sovyetler Birliği parçalandı.. Türkiye Irak değildir, diyeceğiniz için, Irak da parçalandı demiyeceğim.. Gerçekler ortada; her devlet parçalanmaya ve yıkılmaya maruz kalabiliyor ve gerçekleştirilebiliyor.

Türkiye de parçalanabilir, yıkılabilir; maalesef bu bir gerçek. Ve daha acı olan diğer bir gerçek te, bazı iç ve dış güçlerin bunun böyle olmadığını, olmayacağını vurguluyor ve haykırıyor olmalarıdır, bir kurbanlık koyuna, teselli veriyorcasına. İçinde bulunduğumuz durumun böyle olmadığına/olmayacağına dair sanki ellerinde bir garanti varmış gibi.

Pardon, var mı dediniz. Bir garantimizin olduğunu mu iddia ediyorsunuz?? Türk askeri, Türk gençliği, Türk aydınları..

Ya sen??

Sen var mısın? Sen Türkiye’nin parçalanmaması için neler yapıyorsun?

Evet, sen! Türkiye parçalanamaz olacak ise, senin ile olacak.. Çünkü güçlü olan sensin.. çünkü sen 70 Milyonsun.

Sen bir azınlık değilsin; Türkiye'yi ille de, ne pahasına olursa olsun, AB’ye sokalım diyen "aydın" takım değilsin.. Ama sen, sen var ya sen.. Sen halinden çok memnun ve kendinden çok eminsin.. Bunun için olmalı ki, bir şeyler yapmak gerekliliği duymuyorsun. Bunun için ki, seni gafil avlayacaklar!

Sen, kurbağa yemezsin ama nasıl pişirildiğini de çok iyi bilirsin; yaşadığı suyun içinde hayatının ne kadar şahane olduğunu sanırken, tencerenin altında yanan ateşin farkına varmayan kurbağa hikayesini çok duymuşsundur..

Sadece örnek veriyorum, alınıp darılma, hemen küsüp gitme. Konuşuyoruz şurada. Dur dinle, benimle aynı fikirde olmak zorunda değilsin. Ama en azından söylediklerimi anlamaya çalış. Yanlış olabilirim. Ama söylediklerim ya doğru ise. Ya gerçekten altımızda bir ateş yanıyor ve biz bunun farkında değilsek? Ya, bizim son yıllarda önümüze sergilenen ve daha çoğunun olacağı vad edilen "ekonomik gelişme" bizim süslenip-püslenmemiz içinse. Ve hatta ellerimizin, kollarımızın bağlandığını da hissedebiliyor musun?

Bıçağın soğukluğu sanki boğazımda..

…..

Ya sen? Hala, her şeye kayıtsız.. Çünkü "Türkiye parçalanamaz", "Türkiye bölünemez" değil mi??

Ya kardeşim, gel, bunu gerçek yapalım! Gerçek olması için çalışalım.. Etrafında bir sürü sorunların olduğunu, çemberin her gün biraz daha daraldığını görüyorsun.. Biliyorum, hem de çok iyi biliyorum ki sen, bu vatan için gerektiğinde canını da verirsin. Ama önemli olan, can vermeye gerek bırakmadan sorunlarımızı halledebilmek değil midir? Sıcak savaşı, daha savaş çıkmadan kazanmak, başarının bir kuralı değil midir?

Birçok vatanseverin bir şeyler yapmak için çabaladığını da görüyorsun. Ama sen, sen var ya sen.. Kendinden emin, Türkiye’nin parçalanmaz olduğundan emin, sen.. Bir türlü sana ihtiyaç olduğuna inanmıyorsun.. Türkiye'nin parçalanamazlığı ancak seninle mümkün olacağı gerçeğini aklına bile getirmiyorsun..

Sen, gel, etrafında gördüğün, duyduğun, bir şeyler yapmak için çaba sarf eden vatanseverlere katıl desem, beni duyacağından da şüpheliyim. Ve hatta bu yazının sana ulaşacağından bile endişeliyim.. Ama ola ki, bir vatansever, bir şekilde sana duyurabildi ise bu çığlıklarımı, kim olursan ol, gel; bir olalım. Beraber "Türkiye'yi parçalanmaz, yıkılmaz" yapalım.

Var mı-sen?



Avrupa Birliği Ve
Bir Aslanın Aşk Hikayesi

Türkiye ve AB ilişkilerinin "Leyla ile Mecnun"un aşk hikayesini anımsattığını söyleyenler oldu; burada Mecnun olan taraf tabiki Türkiye. Oysaki, bu ilişki bana, benzer ama daha başka bir hikayeyi aklıma getiriyor; bir aslanın aşk hikayesini. Bu hikayeyi bir kaç kişiyi sordumsa da, nedense daha önce hiç kimse duymamış. Dolayısı ile bu hikayenin Kayılı’lara ait olabileceğini düşünüyorum çünkü ben bu hikayeyi doğduğum ve büyüdüyüm köyde (Büyük Kayı Köyünde) çok uzun yıllar önce duymuştum, sizlerle de paylaşmak istiyorum.

Şimdi efendim, bir gün kahramanımız Aslan güzeller güzeli bir kıza aşık oluyor. O da adetimizdir ya, kızı ailesinden istemeye gidiyor. Aslanı kapıda gören aile tir-tir titremeye başlıyor ve "hayır" diyemiyorlar Aslana. Ama "Evet" de demiyorlar.

- "Efendim" diye söze başlıyor kızın babası "tabiki biz size kızımızı vermek isteriz" ve bekliyor biraz "ama"yı demeden önce. Ve devam ediyor "Bizim kızımız naziktir, biz onu öyle yetiştirdik;" sözleri ağzında bir süre geveliyor ve sonunda, tereddütlü ve alçak bir ses tonuyla "kızımız sizden korkuyor" diyor.

Aslan sevdiği kız için her şeyi yapmaya hazır, soruyor:
- Ben kızınızı seviyorum, onun ile evlenebilmem için her şeyi yapmaya hazırım" diyor (Ormanda, Aslana herhalde pazarlık etmeyi öğreten olmamış!:)) ve soruyor "Ne yapmamı istiyorsunuz?"
Kızın babası eğlim, büklüm sıkılarak
- "Tırnaklarınız" diyor "onları kesmeniz lazım"
Hiç pençesiz aslan görülmüş mü? sizde sanırdınız ki, böyle bir isteğin karşısında Aslan kükreyecek ama, hayır, mıyavlamıyor bile ve hazır bir şekilde
- "Tamam" diyor.
Geri geldiğinde, pençesiz aslan, kız babasını memnun olmuş görüyorsa da "EVET" yanıtını gene alamıyor. Baba hala tedirgin, yine kızını vermek istediğini belirtiyor ve yutkunarak amasını söylüyor
- "Kızım" diyor, "sizden hala korkuyor!"
- "Ama, neden?" diye şaşkınlıkla, yalvarırcasına soruyor kahramanımız "tırnaklarım da yok artık!"

- "Dişleriniz" diyor baba, "onlar o kadar keskin ve vahşice duruyor ki.." Daha baba sözlerini bitirmeden
- "Tamam" diyor Aslan "ben gider onları da söktürür gelirim."
Aslan geri geldiğinde, baba gayet memnun, arkasına yaslanıyor ve derin bir nefes alıyor; Aslanımız artık pençesiz ve dişleri sökülmüş, önünde boynu eğik duruyor, kız babasının "EVET" sözlerini heyacanla bekliyor. (Dünyada başka kız yok sanki!)
- "Aslan Efendi" diyor baba, kendinden gayet emin "kızım için yaptığınız fedakarlıkları takdirle karşılıyorum" Aslanın yüzü biraz gülmeye başlıyor; netice, çektiği sancılara ve kaybettiklerine değecek gibi görünmekte...
- "AMA" diyor baba; Aslanın çehresi birden donuyor ve bekliyor, "hala bir şey daha var".
- "Allah, Allah" diyor Aslan kendi kendine "daha ne olabilir ki?"
- "Saçlarınız" diyor baba, "onlar da gitmeli". Kahramanımız
- "AMA" demeye başlasa da
-"Itiraz istemem!" diyor baba, kendinden emin ve ciddi bir şekilde ve hem de Aslanın cüretine biraz kızmış gibi.. Aslanın boynu bükük
- "Tamam, efendim" diyor.. "Ben yelelerimi de kestirir gelirim".
Aslan geri geldiğinde, baba çok neşeli gözüküyor, kendisini gülmekten bile alıkoymuyor. Karşısında sıklım-püklüm duran varlığın kendisinden "kız isteme" curetine şaşmaya başladığını degişik şekil ve sözlerle ifade ediyor..
- "AMA... AMA... AMA" diye kekeliyor Aslan "Ben.. Ben.. istediginiz her şeyi yaptım" Kızınızı almayı da böylelikle hak etmiş oldum" (heralde Kahramanımız, Clint Eastwood'un “Unforgiven” (1992) filmini görmemiş olmalı.. Nasıl diyordu Eastwood, ayağıyla üstüne bastığı ve öldürülmesine "ben bunu hiç hak etmiyorum" diyerek itiraz eden mahalle muhtarına? .... "Bunun hak etmekle hiç alakası yok!")

Babanın, kendisini ev kedisinden daha aşağı seviyeye düşürmüş "Aslan"a verdiği yanıtı tahmin edebiliyor musunuz?

Yarının, yani 3 Ekim 2005’in Türkiye’ye ne getireceğini merak bile etmiyorum, Çünkü ABnin ne yapacağını görememek Aslan kadar körü-körüne aşık olmak demektir. Aslinda AB’nin ve de AKP hükümetinin ne yapacakları da önemli değil artık. Çünkü Türk Milleti oyunun farkına varmaya başladı. Pençelerimizi ve dişlerimizi kaybetmiş olabiliriz, ama gurumuzu kaybedecek kadar zavallı olmadığımızı Türk halkı kendi-kendine ve de Dünyaya kanıtlayacaktır; AB bize hala "kız vermeyi" istiyor olabilir, ama artık biz AB’yi istemiyoruz!

Bizim AB’den başkaca da seçeneklerimiz var. Bizim pençelerimiz de, dişlerimiz de yine, geri yerine gelecektir, biz AB’ye gireceksek başka bir zaman, daha kuvvetli olduğumuz bir zaman, bize uygun koşulların oluştuğu bir zamanda aslanlar gibi gireriz; ev kedisi olarak hiç değil!..

Başarılarınızın devamı dilegimle.


Satranç Tahtasında Şah - Piyon
ve Türkiye

Sabahın altısında beni uyandırmak için çalmaya başlayan radyodan "Türkiye" sözcükleri geliyordu. Sunucu, John Lander, derin sesi ile " Poor Turkey (Zavallı Türkiye)" diyordu "It is only a peon (o sadece bir piyon)". Çok kızmıştım, telefonla radyo evini arayıp öyle olmadığımızı anlatmak istedim ama..

Öncelikle şunu söyleyim ki, biz istesek de istemesek de, savaş olacaktır. Türk milleti olarak bu savaştan en az zarar ile ve milli çıkarlarımiza en uygün bir şekilde nasıl cikabiliriz sorusuna cevap vermemiz gerektiği kanaatindeyim. Burada "Savaşa Hayır" sözleri bize çok sey kazandırmiyacaktir. Türkiye iki taş arasındadır. Şavaşa Amerika’ile müttefik olarak girmememiz durumunda sonuçlar Türkiye ve komşu devletler için daha ağir olacaktır. Girdiğimiz zaman kaybımız daha az ve hatta karımız da olabilir eğer ki, Türkiye pazarlığını iyi yapar ve kuzey Irak’da konumunu iyi bir şekilde koruyabilirse.

Türkiye’nin savaş zararlarinin karşılanmasını istemesi doğru bir harekettir. Savaşı isteyen Amerika dir ve zararlari karşılaması da Amerika’nin hukuki bir zaruriyetidir. Yalnız orada askerimizin kanı dökülecekse, ekonomik zarari karşılamak için değil, bir vatan uğruna dökülmelidir; Kıbrıs’da olduğu gibi, Kuzey Irak’ta da Türk kardeşlerimiz vardır. 1977 den 1979’a kadar Irak’ta yaşadığım süre içinde bir-çok Türkmen ile tanıştım, onların Kerkük ve diğer şehirlerde ne kadar eziyet çektiklerini şahsen gördüm ve hikayelerini kendi ağızlarından dinledim. Bu kardeşlerimizin de, Kıbrıs daki soydaşlarımız gibi özerk bir cumhuriyet kurma haklari vardır. Eğer bizim askerimizin kanı dökülecekse, nedenlerinden biri Türkmenlerin özgürlüğü için olacaktır, olmalıdır.

Türkiye savaşa Amerika ile birlik olup Kuzey Irak’a girmezse, Amerika orada bir Kürt devleti kuracak ve onlari diledigi şekilde kullanacaktir. Böyle bir devlet Türkiye için zararlı olduğu gibi, Suriye, Irak, Iran ve Azerbeycan içinde zararli olacaktır. İçimizde yıllarca kanayan bir çıban olarak ortaya çıkacak, iç savaşlara sebeb olacak, yıllarca kan dökülecek ve hiçbir zaman Türkiye ve diğer komşu devletler istikrara kavuşamıyacaklardır. Dolayısı ile Türkiye’nin Kuzey Irak’ta ağırlıklı bir şekilde bulunmasi şarttır ve bu komşu devletlerin de yararinadir. Bunun da bu şekilde olabilmesi için (olmasa daha iyi olurdu ama) olacağı kesin görünen bu savaşda yer almamız gerekmektedir.

Burada sorumsuz bir şekilde davranmak, sadece Türkiye’nin değil bütün yörenin geleceğini ve gelecek nesillerin hayatlarını köreltmek demektir. Yörede ülkelerini diğer bir Filistin’e çevirmek isteyen veya bu riski göze alan kişilerin olacağını sanmiyorum. Savasi kimse istemez, ama biz içindeyiz. Sorumlulukdan kaçmak, gerekenleri yapmamak çocuklarımızın ve torunlarımızın vebalini almaktir. Türk milleti bu durumu bir firsat bilip değerlendirebilmelidir. Başa getirilen önderlerimiz de bu işle yükümlüdürler. Onlarin vazifesi iyi bir pazarlak yapabilmek, ve Kuzey Irak daki soydaşlarımızın çıkarlarını kollamak, ve doğurulmasi için calışılan olasi Kürt devletinin, tabiri caizse yılanın başını daha büyümeden ezmektir.

Millet hükümetdeki önderleri kukla gibi hareket etmeleri için seçmedi, halkın bir kısmının duyguları doğrultusunda hareket etsinler diye de seçmedi; Onlari oraya gerçekler doğrultusunda geleceği görmek ve Türkiye’yi en iyi bir şekilde ileri götürmek için seçti ve başımıza getirdi. Demokratik bir ülkenin üyeleri olarak tenkitlerinizi yapın, ama önderlerimize milletin verdigi görevi yapmaları içinde müsaade buyurun.

Öyle inanıyorumki, biz bu zorluklardan daha kuvvetli bir ülke olarak çıkacağız. Ben Türk milletine ve askerine güveniyorum. Son seçimlerde iş başına getirilen önderlerinde gerçekler doğrultusunda hareket ettiklerini ve Türk milletinin ve Türk soydaşlarımızın çıkarları için caliştiklarini görüyorum.

Kolayi yapmayı herkes becerir, asil sanaat zoru başarabilmektir. Türk milleti zorun üstünden gelebilen bir millettir, zordan kaçıp, kolaya sığınan değil; Bunun böyle olduğunu bir kere daha göstermenin zamanı şimdidir.

Ve bir şeyi daha unutmamak lazım. Radyodaki sunucu görüşlerinde yalniz değil, bir-çok Amerika’lının ve Dünya devletlerinin gözünde biz sadece satranç tahtasındaki küçük bir piyon- kolayca harcanabilen ayak askeri- yiz. Bu yalnışın doğrulugunu bile kabul etsek, biliyorsunuz ki, iyi oynandığında piyon dahi bir şaha dönüşebiliyor.

1 Nisan, 2003




Yörede İstikrar İçin Güç
Dengelerinde Türkmenler ve Kürtler

(Yapılan bir tenkite yanıt) - Öncelikle yazimi okuduğunuz ve konu ile ilgilendiginiz için teşekkür ederim. “SATRANÇ TAHTASINDA ŞAH - PİYON VE TÜRKİYE” yazimda celişki olarak yorumladiginiz Türkmen ve Kürtlerle ilgili noktalari açiklamamı istediğiniz için de ayrica teşekkürler.

Kuzey Irak’ta, Türkiye’de, Suriye’de, Iran’da ve/ya her dört ülkenin topraklarinin bir kısmı üstünde kurulacak bir Kürt Devleti bu ülkelerde ve yörede istikrarı yok edecektir. Olasi Kürt devleti tamami ile ABD ve/veya yöre dışı diğer güçlere bağımlı olacak ve onların maşa vazifesini görecektir.

Böyle bir durum ne Kürtler için nede yöredeki o devletler için hayırlı olacaktır. 1948 de İsrail'in kurulmasi ile Ortadoğu’da oluşan durum hala hepimizin gözü önündedir. Böyle bir vahim hali ikilemenin gereğini kimler, niçin görüyor?

Türkiye’de yaşanan ve 30,000 den fazla kardeşimizin ölümü ile Sonuçlanan “iç savaşdan” (sağ sol çatışmalarından) kim kazançlı çıktı dersiniz? Gelecek savaşların karlısı Kürtler mi olacaktır? Devlet kurdum diye ortaya çıkmak bir marifet değildir. 28 Şubat/1 Mart 1992 de yapilan referandumu takiben bağımsızlığınğ ilan eden Bosna’da olanlari gördük; 6 Nisan 1992 de Avrupanin Bosna’yı bağımsız bir ülke olarak tanimasina rağmen 250,000 den fazla Bosnalinin katledilmesin önüne geçil(e)medi. Oradaki hüznü gün ve gün izleyen ve Bosna için 7+yıl calişan bir kişi olarak, ayni hatalari Kürt kardeşlerimizin yapmamalarini tavsiye ederim. Onlar yapmaya kalksalarda, olmasının yörenin geleceği için ne kadar tehlikeli olacağını hisseden bir kişi olarak yaptırılmaması için gerekenin icra edilmesini dilerim.

Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmalarina karşi çıkarken, özerk bir Türkmen Cumhuriyeti gereksiniminde bir çelişki görmüyorum. Öyle ki, dengelerin sağlanamadığı yörelerde savaşın hiç eksik olmadığı, küçük devletciklerin birbirlerine karşi vuruşturuldukları son iki yüz yılımızın bir gerçeği haline gelmiştir (1980lerde Irak ile Iran, 1991 de Irak ile Kuveyt...). Taki Osmanlı ne zaman zayıf düşmüş ve halklarını koruyamaz hale gelmişse, o zamandan beridir ki küçük devletcikler Osmanlıdan türetilmiş ve birbirlerinin boğazlarina yapıştırılmışlardır. Yeni devletler kurma adina Amerikalı tarihci Justin McCarthy’nin yaptığı araştirmalara göre 1821-1922 yılları arasında toplam 10.5 Milyon Türk ve Müslüman katledilmiş ve kayıp olmuştur. Bu sayıların arasında Kürtlerde vardır.

Burada ayrica Irak ve diğer Arap ülkelerinin içine düştükleri durumu da örnek almak gerekmektedir. Ingilizlerle “Osmanlidan hurriyetlerini kazanma adina” işbirliği yapan Araplar daha sonra kendilerini batının sömürüsü ve egemenliği altında bulmadilar mi? Bugün, Saddam kendisinin adami olduğunu göstermeye calıştığı için, başına bu belalari çekmiyor mu? Kürtlere değişik bir program uygulanmayacaği açık ve net değil midir? Olmiyacağının örneği Mart 1991 de görülmüştür; Kuzeyde Kürtler ve Güneyde şiilerin isyanları önce ABD tarafından kışkırtılmış, sonradan destek görmeyince de Saddam tarafından acimasizca bastırılmıştır. 200,000nin üzerinde ölü.

Parçalama ve yönetme politikası hala devam etmektedir. Öyle gözüküyorki, Irak dışarıdan yönetilemiyecek kadar büyük görünmektedir ve dolayısı ile parçalatılacaktır. Bu gerceği de hepimiz saniyorum görüyoruz. Burada dikkat gösterilmesi gereken nokta Irakı kücültürken ortaya bir İsrail unsurunun çıkartilmasi yerine, dengeleri sağliyacak bir gücün oluşturulmasının gerekliliğidir. Türkiye yöredeki dengeleri sağlayabilecek kapasiteye ve konuma sahiptir. Özerk bir Türkmen Cumhuriyeti bu gücün oluşumunda önemli bir unsurdur. Olasi Kürt devleti ise buna tam zıt olarak, bu gücü zayiflatmaya ve parçalatmaya çalışacak bir unsuru oluşturacaktır.

Konu üzerinde başkaca yanıtlayabileceğim varsa sorularınızı veya düşüncelerinizi memnuniyetle bekliyorum.

Günahkar

Artık calışmaya hiç ihtiyacım yok, aslında. Yaşamımı “rahatlık” içinde sürdürebilecek kadar birikimim var.. Niye o zaman hala alarm saatim sabahin 5:45ine kurulu? Niye hala gece kafamı yastığa koyduğumda kolsaatim gece yarısının olduğunu bana bildiren sesler çıkartıyor? Nedir bu hırs? Yeni birşeyler öğrenmek için okumayı, başkalarından yeni fikirler edinmek için toplantılara katılmayı, biraz daha ilerleyebilmek için yenilikler getirmeyi, daha fazla üretmek için gün boyu didinip, itişmeyi.. istemek niye?

Evet, ben yetinmeyi bilmeyen, olana şükretmeyip, durmadan daha fazlasını isteyen bir günahkarım.. Neden biliyormusun? Çünkü daha fazlasını yapabileceğime inanıyorum.. İşin daha da kötüsü (!), senin de daha fazlasını yapabileceğine o kadar kanaat getirmişim ki, senin içinde hapis ettigin gücün sınırsızlığı beni öylesine heyacanlandıyor ki sanki biz bir araya gelsek dağları yerinden oynatırız gibi bir his var içimde. Ama ne varki ben göz yaşları dokuyorum işleve koymayarak ölüme mahkum ettiğin o muhteşem gücün arkasından.

Senin de etrafında olup-biteni gördüğünü, bir sürü sorunlarla karşı karşıya olduğunu biliyorum. Karar ver artik.. Ya büsbütün şükret; kapat gözlerini ve kulaklarını, olacaklara arkanı dön, ya da isyan et! Şikayetlenme, feryatları koparma..nın ne sana ne de kimseye yararı var; boynu bükük gariban, çaresiz melek, masum kuzu rolünü oynamanın senin kendine ettiğin en büyük kötülüktür. Kendini kandırıyor, yok yere “kader böyleymiş” diyerek yaradını suçluyor, günaha giriyorsun. Unutma, çözümün bir parçası değilsen, sorunun ta kendisisin.. Kabul et; ortası yok.

Ahhh, ben günahkar kul! Madem kendini ihtirasın içine atıyorsun, güzel de, başkalarını bu ihtirasın içine çekmeye çalışmak niye? Bırak herkesi kendi haline.. Git sen de "number 1"ı düşün.. Daha fazlasını yapabileceğini bildiğin halde, yapmadığın için vicdan azabı çekme! Sorunlara çözüm üretebilecek yetenek ve beceri sahipleri olduğunu görüp, onları çözüm üretmeye çekmek için çırpınma, boşver.. Ne onlar rahatsız olsun uykularında, ne de sen keyfini kaçır.. Herşey gideceği yere kadar.. Onların yaptığı gibi haydi sen de git uyu.. Saat yine geceyarısını bulmak üzere..

Alo, kimse var mi orada hala?

Alooo...

Kusura bakma, uyku girmiyor gozlerime.. Madem, hala ordasın, madem beni buraya kadar dinledin, o zaman su gerçeği kabul et; sen de benim gibisin.. Sorunun bir parçası olmak yerine, sen çözümün ta kendisisin! Öyleyse dışardaysan hala, gel gir içeri, beraber çözelim sorunları, oynatalım şu dağları yerinden, beraber ulaşalım başarıya; sana da, bana da, ve dahi bizim milletimizin her ferdine olanla yetinmek değil, daha da ileriye gitmek ve doruklarda yer tutmaktan başka bir şey yakışmaz zaten!

BasarilariMizin devami dilegimle,

Boston, 9 Kasim 2005

AMCA BEY,
Ben Sana Minnettar Değil ...

Pazar sabahı, her gün olduğu gibi yine erken kalkmak a kadar zordu ki, ama zorlukla bulduğum marangozu bekletmemek için zorunlu idi.. Evden, Türkevé doğru hizla arabamı sürerken, önüme çıkan sis, beni yolumdan caydirmaya calışıyor gibiydi. Oysa ben, yapımını bir türlü başlatamadığım köy odasını bitirmeye kararlı idim.. Tüm malzemeler dünden alınmıştı zaten.

Marangozla beraber, mutfakta "köy odası"nın nasıl olması gerektiğini ve ne şekilde inşa edeceğimizi konuşurken, yumuşak bir ses, kapı girişinden bize sesleniyordu,
- Günaydın!
Orta yaşlarında birisi yüzünde bir tebessümle, gözlerini bizlerden kaydırıp etrafa bakındı ve yüzünde büyüyen o aynı tebessümle,
- Türk Kültür Evi dediğiniz yer burası mı? diye sordu.
- Evet amca bey, burasi. Buyrun, gelin. Size yardımcı olabileceğimiz bir şey var mı, yoksa sadece ziyarete mi geldiniz?
- Ziyaret evladim..
- Çay alırmıydınız?
- Sonra evladım, siz işinize bakın..

Biz işimize bakarken amca bey, odaları dolaşıyordu, bir süre sonra kitaplığın önünde durup, kitapları incelemeye koyuldu..
Köy odasının kağıt üzerindeki tasarımı bitmişti, marangozla aşağı kata inip, sedirleri inşa etmeye başlamamız gerekiyordu.
- Amca bey diye seslendim, başını yüzünden eksik olmayan gülümsemesi ile bana çevirdi,
-Efendim, evladim..
-Biz aşağıya iniyoruz, siz kendinizi evinizde hissedin, lütfen.
- Tamam evladım, siz işinize bakın..

Merdivenleri inerken, şok oldum. Kırmızı halı ile döşenmiş merdivenlerin her basamağinda, çamur izleri vardı. Nerden geldi bu diye sormak için kafamı arkamdan inen marangoza çevirirken, çamurlu botlarının merdivenden aşağı bir çift çamur izleri daha bırakıyor olduğunu gördüm. İçimden bağirmak geldi, ama sustum. Türkeví ilk defa ziyarete gelen, amca beyin gülümsemesi aklima geldi, utanmaya başladım.

On dakika sonra geri yukarı Türkev'e çıktığımda, amca bey mutfaktaydı. Elinde bir süngerle fırının üstünü siliyordu.
- Amca bey niye zahmet ediyorsunuz, biz yaparız onları
- Tabi yaparsınız evladım, çay suyu kaynarken, boş durmayım dedim o kadar..
Mutfaktaki gözlerde aceleyle, metreyi ararken,
-Sağol amca bey diyerek, minnettarlığımı dile getirmeye caliştiysam da, amca
bey duyar gibi değildi..
Marangoz, ölçüleri yanlış almıştı.. Tahtalar yeniden ölçülecekti.. adam ne yapmak istediğimi anlamamıştı.. Türk olmayan birinin, hayatinda görmediği bir "sedir" inşa etme işini anlaması da kolay olmayacaktı galiba..

Onbeş - yirmi dakika sonra yine merdivenlerden yukarı Türkev'e tırmanırken, nerdeyse amca beyle carpışıyorduk. Elinde elektrik süpürgesi, merdivenleri temizliyordu..
- Amca bey ne yapiyorsunuz? diye sormaktan kendimi alamadim. Hayretler içinde adama bakarken, o sakin ve yumuşak sesi ile
- Siz işinize bakin evladim, ben de buralari birazdan bitirim.
Hiç görmediğim tanımadığım bir adam, elalemin pisliğini temizliyordu.. Bu onun işi değildi ki, sadece ziyarete gelmiş bir misafir idi.. Onunla ilgilenemediğim için kendimi suçlu hissederken, o bir de kalkip etrafı temizleyerek beni daha da mahçup ediyordu..
- Biz yaparız amca bey, siz rahatınıza baksaydınız
- Tabi yaparsınız evladim, çay demleniyorken, boş durmayım dedim, sadece o kadar.. siz işinize bakın..
Boyun eğip, "sağol, amca bey", dediğimi o elektrik süpürgesinin, çamurları içine çekerken çıkardığı seslerden duymuyordu bile.

Geri aşağı katda, marangoz ben gelene kadar agaçları kesmeye baslamıştı bile. Yalniz, ortaya çıkacak gibi görünen nesne benim düşündügüm, sabah uzun uzun üzerinde konuştuğumuz sedire pek benzemiyordu..
- Su çizimin üzerinden bir kere daha gidelim diye teklif ettim marangoza.. Elindeki testereyi bırakıp, bana doğru uzunca baktı. Bu bakışın manasi açıktı, "işime karişma"! iyi de, anlaşılmadı ise açiklamam lazım dı, değil mi? Tahtaları elime alıp, yapmamız gerekeni görselleştirmeye calıştım.. Marangozun gözleri fırıldıyordu.. Galiba adamı kaybediyorum diye düşünürken, adamin,
- Bir Pazar günü, böyle şeylerle uğraşmak zorunda değilim sözleri kuşkumu doğruladı. Alet kemerini belinden yavaşca çıkardı, ve yakında duran torbasının içine yerleştirdikten sonra doğrulup bana uzunca baktı.. Tamam, bildiğin gibi yap dememi bekliyordu.

- Haklısın dedim, bir Pazar günü bunları yapmak zorunda değilsin..

Geri masaya yürüdü ve elektrik testerisini de aldi ve onu da torbasının içine yerleştirdi, torbasını kapattı ve çat kapı çıktı. Yapacak bir şey yoktu; işıkları söndürüp, asağı katı kapatacaktım. Başlamak bilmeyen, köy odası yapımı yine ertelenmişti. Herneyse, zaten benimde bilgisayarda yapacak bir sürü işim vardı.. Onlara zaman ayırabilecektim şimdi. Üçüncü katda olan Türkevé doğru yönümü çevirmişken, girişte amca beye rastladım, elinde çöp torbaları ile dışarı doğru çıkmak üzereydi,
- Ha evladım, çıkmadan seni gördügüme sevindim dedi
- Kusura bakma amca bey senin ile de ilgilenemedim.. şimdi oturup bir çay içebiliriz
- Maalesef evladım, gitmem lazım. Ama sen otur iç, çay hazır yukarıda.

Amca bey, çöp torbalarını yere koyup iki eliyle beraber, elimi sıktı.. Yüzünde büyük bir gülümseme, ve sımsıcacık içten bir tokalaşmayla

- Allah işini kolay etsin, evladım dedi, çöp torbalarını eline geri aldı ve çıktı.

Adamı. ardından hayretler içinde avlunun öbür tarafında bulunan çöp tenekelerine ve sonra da avludan dışarı yürürken seyrettim. Giriş sanki, halıyı düşediğimiz ilk gün gibiydi; tertemiz. Merdivenler de çamurdan eser olmadığı gibi bir toz tanesi bile görünmüyordu. Mutfakta, çay suyu hafiften kaynıyor, temiz bir bardak masada, altlığın üstünde, içinde bir kaşıkla beni bekliyordu. Mutfağın her tarafı ışıl, ışıldı.

Bir pazar sabahı daha geride kalmiş, öğlen sonrası olmuştu. Güneş ışınları, bulutları ve sisi eritmiş, Boston'un üzerine ışıldamaya başlamıştı. Işınların bir kısmı cam kapı ve pencerelerden Türkevín içine sızıyordu. Ve ben, yorgunluk çayımı yudumlarken, bu sıcaklığı öylesine hissediyordum ki.. bilgisayarimin başina otururken içimden sadece bir cümle geçiyordu..

Ben sana minnettar değil, kurban olurum be amca bey...

Türkev, Boston
5 Subat, 2006 15:28

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder